Yargıtay 3. Ceza Dairesinin 08.11.2023 Tarihli Kararı Üzerine Düşünceler
SÜRECİN ÖZETİ
Avukat Can Atalay, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesince görülen ve kamu oyunca Gezi Parkı davası olarak bilinen davada, Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs suçundan yargılanarak 25.04.2022 tarihinde 18 yıl hapis cezası ile cezalandırılmış ve hükümle birlikte tutuklanmıştır. Can Atalay’ın istinaf başvurusu, 28.12.2022 tarihli Bölge Adliye Mahkemesi kararı ile reddedilmiştir.
Söz konusu karar temyiz edilmiştir ancak Can Atalay, Yargıtay 3. Ceza Dairesinin temyiz incelemesi devam ederken 15 Mayıs 2023 tarihinde yapılan milletvekili seçimleri sonucunda Hatay Milletvekili olarak seçilmiştir.
Bunun üzerine Can Atalay milletvekili seçilmesi nedeniyle yasama dokunulmazlığına sahip olduğunu belirterek ilgili Ceza Dairesinden Anayasa'nın 83. maddesi gereğince durma kararı verilmesini ve tahliye edilmesini talep etmiştir. Bu talep Y3CD’nin 13.07.2023 tarihli kararı ile reddedilmiştir.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi ret kararının gerekçesinde, Can Atalay’ın işlediği suçun Anayasanın Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılmaması kenar başlıklı 14. maddesi kapsamına girdiği ve bu durumun Anayasanın Milletvekili Dokunulmazlığını düzenleyen 83. maddesinin istisnalarından birisi olduğu bu nedenle de Can Atalay’ın milletvekili dokunulmazlığından yararlanamayacağı ileri sürülmüştür.
Bu kararın ardından Can Atalay, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının ihlal edildiği iddiasıyla 20.07.2023 tarihinde Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuştur.
Bireysel başvuru inceleme aşamasındayken Yargıtay 3. Ceza Dairesi 28/9/2023 tarihli kararıyla başvurucu hakkındaki mahkûmiyet hükmünü onamıştır. Yargıtay 3. Ceza Dairesine göre Anayasa'nın 14. maddesinde doğrudan doğruya bir suç tanımı yapılmış, bir suç ihdas edilmiş veya birtakım suç tipleri sayılmış olmasa da kavram, ilke ve faaliyetler ile genel çerçeveye yer verilmiştir. Yine Daire, Anayasa koyucunun iradesinin, milletvekilinin Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığına kasteden bir faaliyette bulunduğu takdirde dokunulmazlıktan yararlanmaya devam etmemesi gerektiği yönünde olduğunu ifade etmiştir.
Anayasa Mahkemesi ise daha önce oluşturduğu içtihatlarla[1] tutarlı bir şekilde Can Atalay başvurusunda da kamu gücü kullanan bir organ tarafından doğrudan doğruya bir Anayasa normuna dayanılarak bir temel hak veya özgürlüğe müdahalede bulunulması durumunda müdahalenin Anayasa'nın 13. maddesindeki ölçütlere uygun olup olmadığının titizlikle incelenmesi gerektiğini ifade etmiştir.
Anayasanın 13. maddesindeki ölçütlerin başında temel hak ve hürriyetlere ilişkin bir sınırlamanın ancak kanunla yapılabileceğini işaret eden kanunilik unsuru gelmektedir. Bu doğrultuda Anayasa Mahkemesinin, kanunilik unsurunu İHAM içtihatlarıyla paralellik arz eder biçimde özerk olarak yorumladığını hatırlamak gerekir.
Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi elbette doğrudan Anayasa metnine dayanılarak gerçekleştirilen temel hak ve özgürlüklere yönelik müdahalelerin kanunilik şartını sağlamadığının -kategorik olarak- ileri sürülemeyeceğinin altını çizmektedir. Bu çerçevede, temel hak ve özgürlüklere müdahale belirli ve öngörülebilir bir yorum ve uygulama yapmaya elverişli olan bir Anayasa normuna dayanmışsa müdahalenin kanuniliği şartı sağlanmış olacaktır.[2] Bununla birlikte Anayasa Mahkemesinin birçok kararında da ifade edildiği üzere kanunilik ölçütü aynı zamanda maddi bir içeriği de gerektirir ve bu noktada kanunun niteliği önem kazanır. Bu anlamıyla kanunilik ölçütü, sınırlamaya ilişkin kuralın erişilebilirliğini ve öngörülebilirliği ile kesinliğini ifade eden belirliliğini garanti altına alır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi daha önce vermiş olduğu Gergerlioğlu kararında da -Anayasanın 14. Maddesi hükmüne dayanılarak çıkarılmış bir kanun bulunmaması nedeniyle- doğrudan doğruya uygulandığı müdahalede Anayasa'nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar" ibaresi yönünden Anayasa'nın 14. maddesinin belirli ve öngörülebilir olarak yorumlanıp yorumlanamayacağını değerlendirmiştir.
Bu noktada belirtmek gerekir ki anayasa koyucu Anayasa'nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar" ibaresi kapsamındaki suçların neler olduğunu açıkça belirlememiş, kanun koyucu da söz konusu suçları belirleyen bir kanuni düzenleme yapma yoluna gitmemiştir. Bu nedenle de derece mahkemeleri yargılamaya konu edilen suçun Anayasa'nın 14. maddesi kapsamına giren bir suç olup olmadığını kanun koyucu tarafından çıkarılmış bulunan bir kanun metnini yorumlayıp uygulayarak değil doğrudan Anayasa hükmünü yorumlayıp uygulayarak belirlemektedir. O hâlde derece mahkemelerinin Anayasa'nın 14. maddesine ilişkin olarak yaptığı yorumun öngörülebilirliği ve belirliliği ifade eden kanunilik ölçütüne uygun olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir. Norm denetiminde olduğu gibi bireysel başvuru yolunda da Anayasa maddelerinin nihai yorum yetkisi Anayasa Mahkemesine aittir.[3]
Anayasa Mahkemesi ayrıntılı bir değerlendirme sonucunda Anayasa'nın 14. maddesinin metninin Anayasa’nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar" ibaresinin yasama dokunulmazlığı dışında bırakılan suçları salt yargı organlarının kararlarıyla anlamlı bir şekilde belirlemeye ve böylece belirlilik ve öngörülebilirliği sağlayacak şekilde yorumlamaya elverişli olmadığına karar vermiştir. [4]
Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi Gergerlioğlu kararında ve daha önce verdiği Ersin Basın ve Yayıncılık kararında herhangi bir Anayasa normunun şekil veya esas bakımından denetimini yapmamış, Anayasa normlarının müdahalenin kanuni dayanağı olarak doğrudan doğruya uygulandığı müdahalelerde o tür müdahaleler yönünden belirlilik ve öngörülebilirliği sağlayacak şekilde yorumlanmaya elverişli olup olmadığını incelemiş; her iki kararında da başvuruya konu ve benzer müdahaleler yönünden "öngörülebilirlik ve belirlilik" ölçütlerinin ancak ilgili Anayasa maddelerine dayanılarak yapılacak bir kanun ile sağlanmasının mümkün olduğunu ifade etmiştir. Açıktır ki Anayasa koyucunun cevaz verdiği bu tür bir kanunun çıkarılması da ancak yasama organının takdirindedir.[5]
Bu tespit neticesinde ulaşılan bir diğer sonuç ise yargı kararları ile Anayasanın 14. maddesindeki durumların belirlenemeyeceğidir. Anayasa Mahkemesi Ş. Can Atalay (2) kararında bir kez daha Yargıtay kararındaki değerlendirmelere katılmanın mümkün olmadığını daha önce ayrıntılı olarak Gergerlioğlu kararında açıklanan nedenlerle bir kez daha tekrarlamıştır.
Bu nedenler özetle şöyle ifade edilebilir:[6]
i. Anayasa'nın 83. maddesinin ikinci fıkrasının gerekçesinde "14 üncü maddede yer alan suçlardan birini seçimden önce işlemiş olanlar, milletvekili seçilmeden önce haklarında bu suça ilişkin olarak soruşturmaya başlanmış ise madde hükümlerine göre dokunulmazlıktan yararlanamayacaklardır." denilmiştir. Gerekçede "14 üncü maddede yer alan suçlar" ifadesine yer verilmiş ise de Anayasa'nın 14. maddesinde herhangi bir suça yer verilmemiştir.
ii. Anayasa'nın 14. maddesinin başlığı "Temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması" olarak belirlenmiştir. Maddenin birinci fıkrası uyarınca kötüye kullanmadan bahsedebilmek için iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir. Birincisi ortada her şeyden önce Anayasa'da yer alan bir temel hak ve hürriyetin kullanımı söz konusu olmalıdır. İkinci olarak da söz konusu temel hak ve hürriyetler "devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler" biçiminde kullanılmalıdır. Dikkat edilirse 14. maddede "suçlar" değil hakkın kötüye kullanılması "durumları" düzenlenmiştir. Bir hakkın kötüye kullanılmasının otomatik olarak suç kabul edilmesi mümkün değildir. Bunun için bir kötüye kullanmanın ayrıca ve açıkça kanunla suç olarak düzenlenmesi gerekir. Nitekim kuralın üçüncü fıkrasında 14. maddedeki durumların müeyyidesinin kanunla düzenleneceği belirtilmiştir. 14. maddede ne bir suç tanımı yapılmış ne de bir suç listesi verilmiştir.
iii. Öte yandan Anayasa'nın 14. maddesinin birinci fıkrasının, 83. maddenin ikinci fıkrasında yer alan "Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar" ibaresi yönünden yorumlanması -atfın 14. maddeye bir bütün olarak yapılması nedeniyle- anlamsız sonuçlara neden olacaktır. Şöyle ki, bir milletvekilinin Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetlerini temel bir hak veya özgürlüğü kullanma kapsamında gerçekleştirdiği iddia edildiğinde yasama dokunulmazlığından yararlanması mümkün değilken herhangi bir temel hak ve özgürlük kapsamına girmeyen ve çok daha ağır suçlara vücut veren eylemler işlediği iddia edildiğinde milletvekili yasama dokunulmazlığından yararlanabilecektir.
iv. Yukarıda sayılan nedenlerle Anayasa'nın 14. maddesinin birinci fıkrasının metni, Anayasa'nın 83. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan "Anayasanın 14 üncü maddesindeki durumlar" ibaresini, dolayısıyla da Anayasa'nın 14. maddesinin birinci fıkrası kapsamına girmesi nedeniyle yasama dokunulmazlığı dışında bırakılan suçları salt yargı organlarının kararlarıyla anlamlı bir şekilde belirlemeye ve böylece belirlilik ve öngörülebilirliği sağlayacak şekilde yorumlamaya elverişli değildir.
v. Anayasa'nın 14. maddesinin ikinci fıkrası ise hem devlete hem de kişilere hitap etmekte ve bunların Anayasa'nın hükümlerinden birini yorumlayarak temel hak ve özgürlüklerin yok edilmesini veya Anayasa'da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmasını yasaklamaktadır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin (Sözleşme) temel hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılması yasağını düzenleyen 17. maddesi hükmü Anayasa'nın 14. maddesinin ikinci fıkrası ile paralellik arz etmektedir. Nitekim eldeki başvuruya konu Yargıtay 3. Ceza Dairesinin kararında da kuraldaki değişikliklerin Sözleşme'nin 17. maddesine uyum amacıyla yapıldığı ifade edilmiştir. Buna karşın bugüne kadar bir suçun Anayasa'nın 14. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında kalıp kalmadığının değerlendirilmesinde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) Sözleşme'nin 17. maddesi kapsamında temel hak ve özgürlüklerin kişi ve gruplarca kötüye kullanılması olarak değerlendirdiği fiiller dikkate alınmamıştır. Nitekim eldeki başvuruya konu Yargıtay 3. Ceza Dairesinin kararında da -atıf yapılmasına rağmen- AİHM'in Sözleşme'nin 17. maddesi kapsamındaki içtihadı göz önüne alınmamıştır. Sonuç olarak bugüne kadar hangi suçların anılan fıkra kapsamına dâhil olduğunun ikinci fıkranın genel ifadelerinden hareketle tutarlı biçimde belirlendiğini söyleyebilmek zordur.
vi. Anayasa'nın 14. maddesinin üçüncü fıkrasında "Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir." hükmüne yer verilmiştir. Kanun koyucu ceza kanunlarında birçok suç tipini düzenlemiş olmasına karşın bu suç tiplerinden hangilerinin Anayasa'nın 14. maddesi kapsamında olduğu TBMM iradesinin ürünü olan bir kanun ile belirlenmiş değildir.
Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi, Can Atalay Başvurusu neticesinde başvurucunun Anayasa'nın 67. maddesinde güvence altına alınan seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının ve Anayasa'nın 19. maddesinde güvence altına alınan kişi hürriyeti ve güvenliği hakkının ihlal edildiğine; kararın bir örneğinin hak ihlallerinin ortadan kaldırılması için başvurucunun yeniden yargılanmasına başlanması, mahkûmiyet hükmünün infazının durdurulması, ceza infaz kurumundan tahliyesinin sağlanması ve yeniden yapılacak yargılamada durma kararı verilmesi şeklindeki işlemlerin yerine getirilmesi için İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmesine karar vermiştir.
İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi 13.10.2023 tarihli yazısıyla, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen söz konusu ihlal kararının, kendisinin vermiş olduğu mahkûmiyet kararına ilişkin olmadığını; Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından verilen tahliye talebinin reddi kararına ilişkin olduğunu gerekçe göstererek, dosyayı Yargıtay 3. Ceza Dairesine gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına göndermiştir.
YARGITAY 3. CEZA DAİRESİ KARARININ DEĞERLENDİRİLMESİ
ANAYASANIN 14. MADDESİNDEKİ DURUMLARIN KAPSAMININ BELİRLENMESİNE DAİR DEĞERLENDİRMEYE İLİŞKİN TESPİTLER
Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise 08.11.2023 tarihli kararında, Anayasa Mahkemesi'nin bir Anayasa hükmüne yönelik inceleme ve denetleme yetkisinin şekil bakımından denetleme ile sınırlı olduğunu ve tali nitelikteki bireysel başvuru yolu ile bir Anayasa hükmünün yürürlükten kaldırılamayacağı veya uygulanmasının olanaksız hale getirilemeyeceğini ileri sürmüştür.[7]
Yargıtay 3. Ceza Dairesi ayrıca, Anayasa Mahkemesinin temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması için gerekli olan kanunilik unsurunun özerk yorumuna karşılık, Anayasa koyucunun 14. maddede yargı kararları ile doldurularak belirli hale getirilmek üzere bilinçli bir boşluk bıraktığı; bu boşluğun, yargı kararları ile doldurularak belirli hale getirilmesinin ilgili Anayasa normunun yürürlüğünün ve işlevinin korunması bakımından hukuk devletinin bir gereği olduğunu ileri sürmektedir.[8]
Öte yandan Daire söz konusu kararda, belirlilik ilkesinin, yalnızca kanuni belirliliği değil, daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmekte olduğunu söyleyerek; hukuk kurallarının belirliliğinin sağlanmasının, yalnızca kanuni düzenleme ile sınırlama şeklinde gerçekleştirilemeyeceğini ifade etmektedir. Dairenin kararına göre normlara dayanarak; erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir nitelikleri haiz olması koşuluyla mahkeme içtihatları ile de hukuki belirlilik sağlanabilir.
Yargıtay 3. Ceza Dairesi bu savlar doğrultusunda çözülmesi gereken hukuki meselenin hangi suçların Anayasa'nın 14. maddesindeki durumlar kapsamında değerlendirileceğine ilişkin olduğuna dair bir mesele olduğunu ifade ederek, Ş. Can Atalay’ın mahkumiyetine konu olan suçun Anayasa'nın 14. maddesindeki durumların kapsamına girip girmediğine ilişkin kapsamlı bir açıklama yapma girişmiştir. [9]
Elbette Yargıtay 3. Ceza Dairesi bir anayasa hükmünü yorumlama yetkisine sahiptir. Elbette Anayasa Mahkemesi Anayasa hükümlerini yorumlama konusunda yegâne makam değildir. Dahası, Anayasa hükümlerini uygulamak, temel hak ve özgürlükleri korumak ve uyuşmazlıklarda somutlaştırmak diğer yargı organlarının ve kamu gücünü kullanan tüm organların da yükümlülüklerindendir. Ancak Anayasa'da yer alan kuralların, temel hak ve özgürlüklere ilişkin güvence ve ölçütlerin yorumlanması bakımından bütün anayasal organların yetkisi bulunmakla birlikte tıpkı norm denetiminde olduğu gibi bireysel başvuru yolunda da Anayasa maddelerinin nihai yorum yetkisi Anayasa Mahkemesine aittir.[10]
Bununla birlikte Yargıtay 3. Ceza Dairesinin bu yorumunun temel hak ve hürriyetlere ilişkin sınırlandırılmaların dar yorumlanmasına ilişkin ilke yönünden de hatalı olduğu söylenebilir. Dairenin, Anayasanın 14. Maddesindeki durumların neler olduğunun belirlenmesinde içtihat ile doldurma önerisi, yine Anayasanın 14. maddesinin son fıkrasında belirtilen “Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.” Hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir. Bu hükme göre her ne kadar Anayasanın 14. Maddesindeki durumların neler olduğuna ilişkin bir değerlendirme yargı organları tarafından yapılabilirse de bu kapsama giren faaliyetlerde bulunanlar hakkında uygulanacak yaptırımlara karar verme yetkisi, TBMM’ye bırakılmıştır.
Aksi takdirde Anayasa'nın nihai yorum yetkisine dayanarak Anayasa Mahkemesinin ortaya koyduğu içtihatlara kamu gücünü kullanan organların ve bilhassa mahkemelerin aykırı davranmalarının yorum karmaşasına yol açması kuvvetle muhtemeldir ki böyle bir sonuç anayasanın üstünlüğüne dayanan bir hukuk düzeninde kabul edilebilir bir sonuç olamaz. Bu sebeple Anayasa Mahkemesinin diğer kararları gibi bireysel başvuru yolunda verdiği kararlarından sonra kamu gücünü kullanan organların işlem ve eylemlerini, mahkemelerin mevcut içtihatlarını Anayasa'nın 138. maddesi gereğince öncelikle Anayasa'ya uygun karar verme yükümlülüğü karşısında yeniden gözden geçirmeleri gerekir. Anayasal düzenin yeknesak bir biçimde işlemesinin başka türlü sağlanması mümkün değildir.[11]
ANAYASA MAHKEMESİ KARARINA UYMAMA KARARINA İLİŞKİN TESPİTLER
Yargıtay 3. Ceza Dairesi yaptığı inceleme neticesinde toplam 3 karar vermiştir. Bu kararların ilki Anayasa Mahkemesi'nin 2023/53898 numaralı, Şerafettin Can Atalay'ın bireysel başvurusu hakkında 25.10.2023 tarihli ihlal kararına uyulmaması yönündedir.
Anayasanın 154. maddesine göre Yargıtay, adliye mahkemelerince verilen ve kanunun başka bir adlî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Yargıtay ayrıca kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar. Bu kapsamda genel olarak Yargıtay’ın özel olarak ise Yargıtay Ceza dairelerinin Anayasa ve kanunlarla sayılan görevleri arasında Anayasa Mahkemesi kararına uyulmama yönünde bir karar vermeye imkân sağlayan herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır.
Bununla birlikte Anayasanın 153. maddesinde yer alan konuyla ilgili hüküm de izaha gerek bırakmayacak ölçüde açık bir biçimde kaleme alınmıştır. Bu hükme göre, Anayasa Mahkemesinin kararları kesindir ve Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.
Anayasanın 11. maddesine göre de Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Bu bağlamda Yargıtay 3. Ceza Dairesinin söz konusu Anayasa Mahkemesi kararına ilişkin olarak, karara hukuki değer ve geçerlilik izafi edilemeyeceği iddiasıyla açıkladığı uymama kararı, asıl kendisine hukuki değer ve geçerlilik izafi edilemeyecek olan, bu yönüyle de bir mahkemenin kararında abesle iştigal etmesinden öte bir anlam taşımayan bir karardır. İdari işlemler bakımından yokluk sonucunu doğuran ağır ve bariz yetki tecavüzü kriterinin bu karar için de geçerli kabul edilmesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesinin bu kararının yok hükmünde olduğunun kabul edilmesi gereklidir.
Öte yandan bu kararda imzası bulunan Yargıtay 3. Ceza Dairesi başkan ve üyelerinin karara uymama yönündeki eylemleri ile Türk Ceza Kanunu’nun 257. maddesinde karşılık bulan “… görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan … kamu görevlisi” niteliğini kazandıkları ve Görevi Kötüye Kullanma Suçu işledikleri gerekçesiyle yargılanmaları da söz konusu olabilecektir.
ŞERAFETTİN CAN ATALAY'IN MİLLETVEKİLLİĞİNİN DÜŞÜRÜLMESİNE YÖNELİK İŞLEMLERE BAŞLANMASI İÇİN KARARIN BİR ÖRNEĞİNİN TBMM BAŞKANLIĞINA GÖNDERİLMESİ KARARINA İLİŞKİN TESPİTLER
Yargıtay 3. Ceza Dairesi yaptığı inceleme neticesinde verdiği ikinci karar; “Şerafettin Can Atalay hakkındaki mahkûmiyet hükmünün 28.09.2023 tarihinde onanması ile hükümlü sıfatını kazandığı ve Anayasa'nın 84/2. maddesinde milletvekilliğinin düşmesi sebeplerinden biri olarak ''kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinin'' düzenlenmiş olduğu, Anayasa'nın 76. maddesinde sayılan milletvekilliği ile bağdaşmayan suçlardan kurulan mahkumiyet hükmünün milletvekilliğini düşüreceği, Anayasa'nın 84/2 maddesi yönünden Anayasa Mahkemesi'ne müracaat imkânı tanınmadığı ve Anayasa Mahkemesi'nin bu konuda inceleme yetkisinin de bulunmadığı gözetilerek; hükümlü Şerafettin Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürülmesine yönelik işlemlere başlanması için kararın bir örneğinin TBMM Başkanlığına gönderilmesi” şeklindedir.
Bu bağlamda ilk bakışta durumun Anayasanın 84. maddesinin ikinci fıkrası ile ilgili olduğu düşülebilir. Anayasanın 84. maddesinin 2. fıkrası şu şekildedir: “Milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula bildirilmesiyle olur.” Konuyu düzenleyen TBMM İçtüzüğünün 136. maddesinin ikinci fıkrası da Anayasa’daki hükme paralel bir şekilde, “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliğine seçilmeye engel bir suçtan dolayı kesin hüküm giyen veya kısıtlanan milletvekili hakkındaki kesinleşmiş mahkeme kararının Genel Kurulun bilgisine sunulmasıyla üyelik sıfatı sona erer.” hükmünü içermektedir. Madde metinlerinde de açıkça görüldüğü üzere, milletvekilliğinin kesin hüküm giyme veya kısıtlanma halinde düşmesi, TBMM Genel Kurulu kararıyla olmamakta, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurulun bilgisine sunulmasıyla olmaktadır.[12]
Bu durumda kural olarak söz konusu karar TBMM’nin bilgisine sunulması ile birlikte Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşmesi sonucu doğmalıdır. Ancak, bu noktada TBMM’nin, Anayasanın 11. maddesinde yer alan Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallar olması hükmünü de göz ardı etmemesi gerekir. Elbette söz konusu ihlal kararının gereğini uygulama görevi öncelikle kararı veren mahkemeye aittir ve bu kararın TBMM üzerinde doğrudan etki doğurucu bir niteliği yoktur. Fakat Yargıtay 3. Ceza Dairesinin yukarıda belirttiğimiz gerekçelerle yok hükmünde sayılması gereken “Anayasa Mahkemesi kararına uymama” yönündeki kararının bir uzantısı olan bu kararın da TBMM tarafından “yok hükmünde” kabul edilmesi gerekmektedir. Yoklukla malul bir işlem, hukuk aleminde hüküm ve sonuç doğurmayacağı için bu karar neticesinde milletvekilliğinin düşmesi gibi bir sonucun ortaya çıkması da söz konusu olmamalıdır.
ANAYASA MAHKEMESİ ÜYELERİ HAKKINDA SUÇ DUYURUSUNDA BULUNULMASI KARARINA İLİŞKİN TESPİTLER
Yargıtay 3. Ceza Dairesi yaptığı inceleme neticesinde verdiği üçüncü ve son karar ise Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulmasına ilişkin karardır.
Bilindiği üzere bir hukuk devletinde hiç kimsenin suç işleme hürriyeti yoktur. Bir başka ifadeyle hukuk devleti niteliği taşıyan devletlerde bir suç işlediği iddia edilen herkes bağımsız ve tarafsız yargı organları tarafından yargılanır ve suçun sabit olması durumunda ceza yaptırımı ile karşılaşır. Fakat hukuk devleti niteliğini taşıyan devletlerde dahi bazı kişilerin icra ettikleri kamu görevlerinin niteliği nedeniyle farklı yargılama usullerine tabi olmaları gerekliliği hasıl olmaktadır. Yüksek mahkemelerin başkan ve üyeleri de bu gerekliliğin bir sonucu olarak özel yargılama usulleri ile yargılanabilecek kişiler kategorisindedirler.
Buna göre Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları, bakanlar, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay Başkan ve üyeleri ile Başsavcıları, Cumhuriyet Başsavcı vekili, Hakimler ve Savcılar Kurulu ve Sayıştay Başkan ve üyeleri görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Anayasa Mahkemesi tarafından Yüce Divan sıfatıyla yargılanabilecek kişilerdendir. (Anayasa m. 148)
Görüldüğü üzere Yargıtay 3. Ceza Dairesinin suç duyurusunun gereğini yerine getirebilecek tek mahkeme Anayasa Mahkemesidir. Bir başka ifadeyle Anayasa Mahkemesi üyelerini ancak ve yalnızca yine Anayasa Mahkemesi üyeleri yargılayabilecektir. Bu yargılamanın esasları ise 6216 Sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’la belirlenmiştir.
Buna göre, Başkan ve üyelerin görevlerinden doğan veya görevleri sırasında işledikleri iddia edilen suçları, kişisel suçları ve disiplin eylemleri için soruşturma açılması Genel Kurulun kararına bağlıdır. (6216 S. Kanun m. 16/1) Konu, Başkan tarafından gündeme alınarak Genel Kurulda görüşülür. Hakkında işlem yapılan üye görüşmeye katılamaz. (6216 S. Kanun m. 16/4)
Bu durumda Yargıtay 3. Ceza Dairesinin suç duyurusunun gereğini yerine getirilebilmesinin önünde de iure bir imkânsızlık olduğu açıktır. Öyle ki Anayasa Mahkemesinin Yüce Divan sıfatıyla toplanabilmesi Başkan veya Başkan vekili başkanlığında en az 10 üyenin toplantıya katılımı ile mümkün olabilmektedir. Bu noktada hakkında işlem yapılan üye görüşmeye katılamaz kuralı, söz konusu ihlal kararının Anayasa Mahkemesinin 9 üyesinin oyuyla alınmış olmasıyla birlikte okunduğunda söz konusu de iure imkansızlık da açıkça görülebilecektir.
Bununla birlikte söz konusu imkânsızlık, kimse kendi davasının yargıcı olamaz (nemo iudex in causa sua) ilkesi ile bir araya geldiğinde Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulması yönünde almış olduğu kararın da hukuki bir sonuca ulaşma şansı bulunmadığı söylenebilir.
Sonuç
Yukarıda yer verilen tespitler ışığında Yargıtay 3. Ceza Dairesince 08.11.2023 tarihinde verilen karar (her şeye rağmen) hukuken değerlendirildiğinde ulaşılan sonuçlar şunlardır:
i. Tüm yargı merciileri bir anayasa hükmünü yorumlama yetkisine sahiptir. Hatta Anayasa hükümlerini uygulamak, temel hak ve özgürlükleri korumak ve uyuşmazlıklarda somutlaştırmak tüm yargı organlarının ve kamu gücünü kullanan tüm organların da yükümlülüklerindendir. Ancak Anayasa maddelerinin nihai yorum yetkisi Anayasa Mahkemesine ait olduğundan aynı Anayasa normu hakkında Anayasa Mahkemesi tarafından yapılmış bir yorumun varlığı halinde Yargıtay 3. Ceza Dairesi de dahil hiçbir yargı merciinin, Anayasa Mahkemesinin yorumuna aykırı bir yorumu kabul etme ve kararlarına yansıtma imkânı bulunmamaktadır.
ii. Yargıtay 3. Ceza Dairesi tarafından verilen Anayasa Mahkemesi kararına uymama ve Şerafettin Can Atalay'ın Milletvekilliğinin Düşürülmesine Yönelik İşlemlere Başlanması İçin Kararın Bir Örneğinin TBMM Başkanlığına gönderilmesi yönündeki kararları hakkında, idari işlemler bakımından yokluk sonucunu doğuran ağır ve bariz yetki tecavüzü kriterinin geçerli kabul edilmesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesinin bu kararının yok hükmünde olduğunun kabul edilmesi gereklidir.
iii. Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulması yönünde almış olduğu kararın “de iure imkânsızlık” nedeniyle hukuki bir sonuca ulaşma şansı bulunmamaktadır.
Bu noktada sorulması gereken temel sorular ise şunlardır?
1) Yargıtay 3. Ceza Dairesi üyeleri Anayasa’nın 153/son hükmünü bilmiyor olabilirler mi?
2) Yargıtay 3. Ceza Dairesinin bu kararı, aynı dairenin Anayasa Mahkemesinde bireysel başvuruya konu edilen ve hak ihlali tespit edilen ilk kararı mıdır?
3) Öyleyse tebrik ederiz. Değilse, Yargıtay 3. Ceza Dairesi Anayasa Mahkemesinin diğer bütün kararlarının Anayasa’ya uygun ve hukuken çok doğru olduğunu düşündüğü için mi bu kararları uygulamıştır?
4) Yargıtay 3. Ceza Dairesi Anayasa Mahkemesinin diğer bütün kararlarının Anayasa’ya uygun ve hukuken çok doğru olduğunu düşünmüyor idiyse neden bu kararlara uymama yönünde bir kararı daha önce vermemiştir?
5) Yargıtay 3. Ceza Dairesi yüksek yargı organları arasında daha önce olmayan böyle bir kriz yaratarak siyasi gündemin güncel konuları arasında yer almaya başlayan “yeni anayasa” talepleri bakımından suni bir kriz yaratma ve yeni bir anayasa ihtiyacı olduğu yönünde bir algı oluşturma amacı güdüyor olabilir mi?
11.11.2023
K.O ARSLAN
[1] AYM, Mustafa Ali Balbay, B. No: 2012/1272, 4/12/2013, § 123; AYM, Sebahat Tuncel, B. No: 2012/1051, 20/2/2014, § 56-58; AYM, Kadri Enis Berberoğlu (2) [GK], B. No: 2018/30030, 17/9/2020, § 55; AYM, Ömer Faruk Gergerlioğlu [GK], B. No: 2019/10634, 1/7/2021, § 56-60.
[2] AYM, Ömer Faruk Gergerlioğlu, § 75.
[3] AYM, Kadri Enis Berberoğlu (2), § 71.
[4] AYM, Ömer Faruk Gergerlioğlu, § 79-134.
[5] AYM Şerafettin Can Atalay (2) [GK], B. No: 2023/53898, 25/10/2023, § 38.
[6] AYM Şerafettin Can Atalay (2), § 40; AYM, Ömer Faruk Gergerlioğlu § 85-93.
[7] Yargıtay 3. Ceza Dairesi, E. 2023/12611 D.İş 2023/….., 08.11.2023, s. 17.
[8] Yargıtay 3. Ceza Dairesi, E. 2023/12611 D.İş 2023/….., 08.11.2023, s. 17.
[9] Yargıtay 3. Ceza Dairesi, E. 2023/12611 D.İş 2023/….., 08.11.2023, s. 17.
[10] AYM Şerafettin Can Atalay (2), § 76
[11] AYM Şerafettin Can Atalay (2), § 74
[12] Kahan Onur ARSLAN, Türk Parlamento Hukuku, Adalet Yayınevi, Ankara, 2022, s. 182.