• https://www.facebook.com/kahan.onur.arslan
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905555979292
  • https://www.twitter.com/kahanonurarslan
  • https://www.instagram.com/kahanonurarslan
  • https://www.youtube.com/@kahanonurarslan

“Hukuksuzluk Salgını” Karşısında Tespitler ve Yöntemler Üzerine


             


Doç Dr. Tolga Şirin’in oldukça yerinde ve bir o kadar acı tespitlerinin yer aldığı röportajını mutlaka okumanızı tavsiye ederim. (Röportajın linkine yazının sonunda ulaşabilirsiniz.) Özellikle kapanış cümlesinde yer alan “… eğer haklar için mücadele etmek istiyorsak bu hukuk yoluyla veya en azından sadece hukukla olmaz. Hukuk siyasetin arkasından gelir. Kriz politiktir, mücadele de politik olmak zorundadır” ifadesi doğru teşhis koymanın güzel bir örneği.

Sayın hocam Tolga Şirin’in birikimine ve kıymetli değerlendirmelerine duyduğum saygıdan kimsenin şüphesi olmasın. Fakat bu ve benzer tespitler defalarca yapıldı, yapılıyor ve yapılmaya da devam edecek gibi görünüyor. Bu da demek oluyor ki tespitten yana bir sıkıntımız yok yani içinde bulunduğumuz dönem itibariyle;  “-meli”, “-malı”, “zorunludur” ve benzeri öneriler,  oluşan  “tespit ve öneri enflasyonu” karşısında değerini kaybediyor gibi görünüyor.
 
Peki ne yapılmalı? Bir -meli, -malı cümlesi de bu vesileyle ben kurayım öyleyse. Artık tespiti yapılan durum ve süreçlerin değişmesi için eyleme geçilmeli. Bakın yine bir tespit. Ayrıca yine, yeni olmayan bir tespit. Bunun nasıl olacağına, nasıl olabileceğine dair bir yöntem içeriyor mu? Maalesef hayır. Peki neden ne olduğuna ve ne yapılması gerektiğine dair tespitler bu kadar fazlayken; nasıl yapılacağına ilişkin bir tespit yok, neden yöntem konusunda bir önerimiz yok?

Aslında bu soruların cevabı da yine yapılan tespitlerde yatıyor. Belki de, yöntem konusunda da pek çok öneri vardır. Fakat sayın hocam Tolga Şirin’in ifade ettiği üzere “”kanun devleti”ni bile aradığımız “genelge devleti”ne dönüştüğümüz bu koşularda aktivist olarak sahneye çıkmak ve olası yöntemleri denemek bir anlamda kendi sonunu hazırlamak anlamına geliyor. Yeteri kadar cesarete sahip olanlar yeteri kadar güçlü değiller, yeteri kadar güçlü olanların ise ya bu tarz kaygıları yok ya da bu kişi ya da kurumlar, mevcut güçlerini kaybetmeden pozisyonlarını korumak adına harekete geçmemeyi tercih ediyorlar.

Bu noktada yine bir hukuk devleti hatta bir kanun devleti dahi olmadığımız için şu kaydı da buraya düşmek ihtiyacı hissediyorum. Bir önceki paragrafta bahsettiğim “yeteri kadar güçlü olanlar”ın kim olduklarını ben bilmiyorum. Yöntemin ne olduğunu da bilmiyorum. Bir sosyolog, bir siyaset bilimci ya da bir stratejist değilim. Bir hukukçu olarak yöntemin politik mücadelede saklı olduğu ve bu politik mücadelenin de ne olursa olsun hukuk sınırları içinde yapılması gerektiği yönündeki şahsi görüşlerimden ötesini söylemem. Hukuk sınırları içinde kalan politik mücadele yöntemlerinin işlevselliğini tartışanlar da olacaktır elbette. Fakat birincisi bu alan benim bilgi sahibi olduğum bir alan değil, ikincisi; ilgilendiğim ve teşvik ettiğim bir alan değil.

Şuna inanıyorum ki, ülkemizde “hukuksuzluk salgını” virüs salgınıyla başlamadığı gibi virüs salgını sonrasında da bitmeyecek. Ama elbet bitecek çünkü bu bize tarihin ve doğanın öğrettiği kesin bir bilgi. Bildiğimiz üzere sosyal ve siyasal süreçler, en fazla o süreci doğuran kurumların ve kişilerin ömürleriyle sınırlıdır.

Fransız devrimi sonrasında Robespierre ve ekibinin yarattığı devlet terörü sonucunda on binlerce insan giyotine gönderilerek idam edilmişti. 1794 yılına gelindiğinde herkesin bitmesini istediği terör dönemi, bu dönemin baş aktörü olan Robespierre’in idamı ile son buldu. Başlarda devrimin teorisyenlerinden biri olan Emmanuel Joseph Sieyes de terör döneminde giyotine gönderilme tehlikesiyle karşılaşınca kendisini siyasal sürecin dışında tutmayı tercih etmişti. Terör döneminin ardından jakobenler de tasfiye edildikten sonra, 1795 Anayasası’na yine Sieyes öncülük etmişti. Siyese’e “bunca süre boyunca karşı karşıya kalınan hukuksuzluk karşısında, bu kadar kan dökülürken sen ne yaptın” denildiğinde verdiği cevap aslında temel bir içgüdüye dayanan oldukça insani bir cevaptı: “Hayatta kaldım”.

“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" olarak adlandırılan şeyin kabul edildiği 2017 Anayasa değişikliği ile birlikte Ataol Behramoğlu’nun (bence) muhteşem olan “Yunus Gibi” şiirindeki şu dizeler, devletimizin ve hukukumuzun içinde bulunduğu ahval için çok uygun düşüyor: “gerek kalmadı korkmaya, çünkü korkulan olmuştur.” Korkulan olduktan sonra bu süreci değiştirecek işlevsel bir metod geliştiremiyorsak ya da geliştirdiğimiz metodu uygulayacak gücümüz ve cesaretimiz yoksa en tutarlı yol, Sieyes’in yolu gibi görünüyor. Hayatta kalmak. Hukukun ne olduğunu bilen, hukukun üstünlüğüne adanan ömürlerin uzun olması, şu dönemde hukukun geleceği için yapılabilecek en güzel temennilerden biri bence. Dilerim bu ömürler, hem virüs salgını hem de hukuksuzluk salgını süreçlerinde zarar görmeden sürdürülsün. Türk hukukunun sayıları hiç de az olmayan çok değerli bilim insanlarının bu süreçte hayatta kalmaları, kendilerine ihtiyaç duyulacak (ve bence çok da uzakta olmayan) dönem için yapabilecekleri en güzel şey olacaktır.       

                                                    K.O.A.   
                                               10.04.2020
 
Doç. Dr.Tolga Şirin’in röportajı için bkz: