• https://www.facebook.com/kahan.onur.arslan
  • https://api.whatsapp.com/send?phone=+905555979292
  • https://www.twitter.com/kahanonurarslan
  • https://www.instagram.com/kahanonurarslan
  • https://www.youtube.com/@kahanonurarslan

Üç Boyutlu Milli Eğitim

 
Bundan 84 yıl önce, 700 yıllık bir cihan imparatorluğunun yanmış yıkılmış enkazından kurtarılabilenlerle ve halkının eşi benzeri görülmemiş özverisiyle kurulan devletimizi acaba ne kadar önemsiyoruz? Onu sadece bir toprak parçası olarak görmek yerine; üzerinde doğduğumuz, doyduğumuz, yaşadığımız, hayal kurduğumuz, yar sevdiğimiz, ağladığımız, güldüğümüz, öldüğümüz ve gömüldüğümüz; ve analarımızdan babalarımızdan emanet alarak çocuklarımıza emanet edeceğimiz kutsal bir mekan olarak ne kadar benimsiyor, ne kadar sahipleniyoruz?

1923’te fakir, yorgun, tükenmiş bir neslin kurduğu ve geliştirdiği Türkiye Cumhuriyeti, hızlı bir kalkınma ve büyüme atılımı yaparak kısa sürede Osmanlı’dan kendisine kalan 84.597.495 liralık borcu ödemiş, yurdun dört bir yanında üretime yönelerek kendine yeter hale gelmiş bu arada da sanayileşmesini sürdürmüş; eğitim, sağlık, adalet ve güvenlik ihtiyaçlarını karşılayabilir yeterliliğe ulaşmış; dış ilişkilerinde itibar sahibi olarak kendisini Milletler Cemiyeti’ne davet ettirmiş ve bir daha asla ayağa kalkamayacak gözüyle bakılan bir toplumu, üreten, ürettiğini satan, yatırım yapan, adeta koşan bir toplum kılan bir “sosyo-kültürel ve siyasal mucize”ye dönüştürmüştür. 
Peki, koşar hale gelen toplum acaba elindeki nimetin farkına varabilmiş midir, kıymetini bilebilmiş midir? Yoksa elindekini hor kullanıp, emanete ihanet edip, gaflete mi düşmüştür? 

Değerli okur, Türkiye Cumhuriyeti yıllar yılı hırsızların, soysuzların, talanına maruz kalmış; bencillerin aç gözlülerin yağmasına şahit olmuş; vatan hainlerinin akla vicdana sığmaz ihanetlerine uygulama alanı olmuştur. Hepimiz kendi çevremize baktığımızda, (taraflı yada tarafsız) medyaya baktığımızda mevzubahis şikayetlere tanık oluruz. Hatta çoğu zaman vicdanımıza sığdıramadığımız bu davranışlara isyan ederiz. İsyan ederiz etmesine ama çözüm için bir şey yapmaya yanaşmayız. Biliriz ki, haine, soysuza, hırsıza dur demek zararlıdır bu ülkede. Görmemek daha iyidir çoğu zaman bize göre! Duymamak daha evladır! Hele konuşmamak, susmak… Sükut altındır diyerek yaklaşırız bu tip olaylara. Oysa söz gümüş değil pırlanta değerindedir böyle durumlarda. 
Çünkü çalınan bizim malımızdır aslında. Yağmalanan bizim değerlerimizdir. Kirletilen bizim kültürümüz, bizim karakterimizdir. Çünkü “vatan” dediğimiz, soyutladığımızın aksine bizzat “biz”izdir. Vatan elle tutulmaz, gözle görülmez. Vatan gönüllerde hissedilirse vatandır ancak ve gönül insanda vardır sadece. 
Ben mesela; gönlümde hissettiğim için sahiplenirim vatanımı. Çünkü bilirim ki vatan “ben”imdir aslında ve vatan “benim”dir her şeyden önce. Vatanım benim itibarımdır, onurumdur namusumdur. Bu bilinçle ve hisle severim ben vatanımı. Çünkü vatanımın içinde milletim yaşar. Millet anamdır, bacımdır, yarimdir, ailemdir. Millet arkadaşımdır, büyüğümdür, küçüğümdür. Millet hizmet edenimdir, emekçimdir. Millet hizmet ettiğimdir, halkımdır. Millet geçmişim, şimdim, geleceğimdir. Bilirim tüm bunları da. Vatanımı severim, çünkü içinde bağımsızlığım kimseye boyun eğmezliğim vardır. 

Siz mesela; eminim sizler de her şeyden önce bu duygularla seversiniz vatanınızı. Peki bu duygularla bağlandığımız, gönlümüze sığdıramadığımız, yarimiz gibi kıskandığımız vatanımıza neden sahip çıkmayız? Neden göz yumarız aymazlığa, doymazlığa; talana, yağmaya, ihanete? Neden sesimizi yükseltip bağırmayız soysuzlara, namussuzlara, hainlere? 

Elbette ses çıkaranlar, bağıranlar, taş atanlar vardır. Elbette savaşanlar, bu uğurda yara alanlar, yıprananlar, özveride bulunanlar vardır ; ama  neden azdır bu “militan vatanseverler” ? Diğerleri, sözde vatanseverler, neden hep ağızlarıyla ve kısık sesle severler bu vatanı? Neden tepki göstermezler şikayet ettiklerine? 
Çünkü böyle olmasının daha iyi olacağı öğretilmiştir onlara. “Vatanı sev ama vatana ihanete ses çıkarma” denmiştir. “Vatanı sev ama kendini daha çok sev, senin çıkarın senin refahın her şeyden önce gelir, önce paçayı kurtar, yolunu bul bir yerlerden, ne yapacaksın sen vatanı…” denmiştir onlara. Çünkü devir zenginlik, refah, lüks, keyif, boş vermişlik, adam sendecilik devridir. Devir hiçbir şey vermeden her şeyi alma devridir böylelerine göre.  
Bu sorunun kökü de birçok sorunun kökü olan eğitim ve öğretimdeki eksikliğe ve yanlışlığa dayanmaktadır bence. 

Her şeyden önce biz, toplumu eğitecek olan eğitmenlerimizi eğitemedik ne yazık ki. Topluma bir şeyler öğretmesini beklediğimiz öğretmenlerimize öğretemedik doğruları. Çünkü onları eğitenler ve onlara öğretenler de bilmiyorlardı ne öğreteceklerini. Değerli öğretmenler okurken kızacaklardır belki de bu satırlara; ancak inanıyorum ki beş on dakikalık sağduyulu düşünme ile hak vereceklerdir yazılanlara. 

Milli eğitim sistemimizdeki yanlış uygulamalara, alınan yanlış kararlara değinmeye niyetim yok bu yazıda. Zaten ciltler dolusu yazı yazılabilir bu konuda. Burada değinmek istediğim milli eğitim sistemimizdeki eksiklikler, aksaklıklar olsun isterdim ben de; ancak ne yazık ki bu yazıda değineceğim husus bir milli eğitim sistemimizin olmadığı gerçeğidir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin 1923’te belirlenen Milli Eğitim Sistemi geliştirilerek günümüze taşınması gerekirken ne yazık ki 1950’li yıllardan itibaren günden güne yıpratılmış, törpülenmiş ve bitirilmiştir. Mili Eğitim Bakanlığı kurmak Milli Eğitim Sistemi belirleyip bu sisteme işlev kazandırmak için yeterli değildir. Milli Eğitim Sistemi bir sürü bina yapıp içlerini ders araç gereçleri ile doldurarak ‘okul’ adını vermek, buralara öğretmenler ve personel atamak yoluyla da belirlenmez. Milli Eğitim Sistemi her şeyden önce tarihsel, kültürel ve sosyal sac ayakları üzerine sağlamca oturtulmalı ve koordineli, kararlı bir milli politika olarak yürütülmelidir. 
Yukarıda da belirttiğimiz üzere milli eğitimin, her şeyden önce tarihsel yönü olmalıdır. Milli eğitimin bu tarihsel yönü millete geçmişini, ecdadını anlatmalıdır. Millete geçmişini anlatmak sağduyu ister, gerçekçi olmayı gerektirir. Millete geçmişini, ecdadını anlatma görevini üstlenenler siyasal görüşleri ne olursa olsun objektif olmalıdırlar. Araştırmalarından elde ettikleri bulguları ayıklamadan; bu bulgulara görüşleri doğrultusunda eklemeler yapmadan aktarmalıdırlar bulduklarını. Elbette ki bulunanlar arasında göğsümüzü kabartan, bizi gururlandıran olaylar anlatılırken bunlar kahramanlık destanlarıyla süslenecek, milli coşku katılarak özgün bir dille anlatılacaktır. Millet geçmişinde atalarının neler başardığına bakarak feyz alacak ve kendisi de büyük işler yapma sevdasına kapılacaktır. Bizim kültürümüzde büyüğe saygı önemli bir yer teşkil eder. Bu nedenle, millet atalarının ne denli özverili ne denli kahraman, ne denli vatansever olduklarını görüp onlara layık evlatlar olmak isteyecektir. Bunun için çalışacak, gayret edecektir. Keza tarihin sürekli güncellenerek sonraki nesillere aktarıldığına şahit olanlar, evlatlarının da kendi yaptıklarından haberdar olacaklarını ve buna göre kendilerini yargılayacaklarını hatırlayacaklardır. 

Elbette atalarımız da her zaman her zaman doğru, güzel ve gurur duyulacak şeyler yapmamışlardır. Onların da hataları, yanlışları olmuştur. Onlar da zaman zaman gaflete düşmüşlerdir. Atalarımızın yaptıkları hatalar da yine eksiltilmeden, eklenmeden millete anlatılmalıdır. Ve bu hatalardan duyulan rahatsızlık da yine daha önce değindiğimiz özgün dille anlatılmalıdır. Geçmişte atalarımızın yaptığı bir takım hatalar, milletin kabul edemeyeceği kendisine asla yakıştıramayacağı hatalar dahi olabilir. Geçmişimizde böyle hataların yapılmış olması doğaldır. Günümüzde de yönetenlerimiz, gelecek nesillerin asla kabullenmeyeceği, kendilerine yakıştırmayacağı bir takım hatalar yapmıyorlar mı? Bu nedenle geçmişte yapılan hatalar da tüm çıplaklığıyla millete aktarılmalı, anlatılmalıdır ki benzer yanlışlar tekrarlanmasın. Biz de gelecek nesillere, onların kabullenemeyecekleri yanlışlarla dolu bir miras bırakmayalım. 

Milli eğitim politikamızın sahip olması gereken tarihsel boyutunu kısaca bu şekilde açıkladıktan sonra olması gereken kültürel boyuta da birkaç cümleyle değinelim. 
Milli eğitimin olmazsa olmazlarından bir diğeri de kültürel yönüdür. Milletin kültürü, milletin sahip olduğu maddi ve manevi değerleridir (gelenek-görenekleri ve olaylara bakış açısıdır). Bu nedenle milli eğitimde; millete, sahip olduğu milli değerler hatırlatılmalıdır. Bu değerler milletin sahip olduğu ortak tarihin eseri olabileceği gibi kullanılan ortak dile, paylaşılan ortak manevi duygulara dayalı da olabilir. Milli eğitimin kültürel yönünde bu değerlerin neden değer olarak kabul edildikleri de açıklanmalıdır. Böylece millet kendisini millet yapan bu ortak paydada birleşecek ve bir bütün olacaktır. 

Toplum denilen sosyal gerçeklik durağan değil; gelişmelerden, yaşananlardan etkilenerek sürekli değişen ve yenilenen bir olgudur. Bu nedenle toplumun değişmesine etki eden faktörleri anlatmak amacıyla “toplum dinamikleri” kavramı doğmuştur. Yukarıda değindiğimiz inanç olgusu, toplum dinamikleri olarak da anlaşılabilir. 

Toplum dinamikleri yani toplum inançları zaman içerisinde oluşan, olgunlaşan ve yansımalarını zaman içerisinde gösteren kavramlardır. 

Toplum yaşamına yön veren en önemli inançlardan biri dini inançlardır. Elbette toplumların dini olmaz, olamaz. Din, Allah ile kul arasındaki kutsal bağın ifadesidir. Ancak; ‘toplumun çoğunluğunun dini’ ya da ‘toplumun bir kısmının dini’ olabilir. Toplumda çeşitli dinlerin varlığı o toplumun zenginliğinin ve kalitesinin göstergesidir. Kanımızca, bir toplumda ne kadar çok din bir arada uyum içinde yaşayabiliyorsa o toplum o kadar saygıdeğer bir toplumdur. 

Toplum yaşamına yön veren önemli bir diğer inanç da aidiyet inancıdır. Aidiyet, kişinin kendini söz konusu toplumun bir parçası olarak algılayıp algılamadığının göstergesidir. Kişiler tek tek farklı etnik kökenlerin temsilcileri olabilirler. Farklı etnik kökenden olan bireyler bir araya gelerek etnik gruplar da oluşturabilirler. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Ancak bu bireyler ve gruplar ne kadar büyük veya küçük olurlarsa olsunlar millet kavramının bir parçası olduklarını akıllarından çıkarmamalıdırlar. Bir millete mensup olmak bir etnik kökene bağlı olmayı engellemez! Laz, Kürt, Ermeni, kökeninden gelip Türk Milleti’nin bir parçası olmak mümkündür. Bask ya da Katalan kökenli olup İspanyol Milleti’nin ferdi olunabilir. Cezayir asıllı Fransızlar, (hem de kendilerine Fransızlarca yapılan onca zulme rağmen) Fransız Milleti’nin ferdi olmakla övünürler. Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Önemli olan, yukarıda belirtilen aidiyet inancının varlığıdır.

Toplum yaşamına yön veren diğer önemli dinamikler ise; meşruiyet inancı, güven anlamındaki inanç ve güzel günlere duyulan özlem inancı olarak özetlenebilir. Elbette toplum dinamikleri dediğimiz kavramın içeriği bahsettiğimiz hususlarla sınırlı değildir. Ancak diğer hususlar bu yazının maksadının dışına taşmaktadır. Bu nedenle şimdilik, burada bahsettiğimiz hususlarla yetineceğiz. 

Meşruiyet kavramı üzerinde uzunca durulabilecek ve açıklanması gerekecek bir kavram olabilir. Ne var ki meşruiyet kavramının açılımını yapmak bu yazıda üstlenilen gereksiz bir görev olacaktır. Bizim toplum dinamikleri açısından ele aldığımız meşruiyetten kastımız, toplumun üzerine düşen görevleri yaparken, görev bilincinin yanı sıra sorumluluk bilincini de taşıması gerekliliğidir. Toplumu oluşturan bireyler kendilerine göre meşru olan dışında faaliyette bulunmazlar. Bu nedenle toplum bireylerinin kendilerinden bekleneni vermeleri için her şeyden önce kendilerinden beklenenlerin meşruiyetine inanmış olmaları gerekir. 
Güven anlamındaki inanç da dolaylı olarak yine meşruiyet inancıyla ilişkilendirilebilir. Kısaca, meşruiyetine inanılan değerlere güven duyulurken, meşruiyetinden şüphe edilen değerlere güvenilmez. 

Son olarak güzel günlere duyulan özlem inancına değineceğiz. Güzel günlere olan özlem inancı yukarıda sayılan toplum dinamikleri arasında en soyut kavramdır. Bu inanç doğrudan umutla alakalı bir inançtır. Toplum oluşturan bireyler Jean Jack Rousseau’nun ifadesiyle bir “toplum sözleşmesi” vücuda getirmişlerdir. Her sözleşmede olduğu gibi bu sözleşmede de tarafların iradeleri doğrultusunda cereyan edecek bir süreç söz konusu olacaktır. Toplum sözleşmesinin tarafları tek tek toplumu oluşturan bireylerdir. Bu bireyler her şeyden önce uzun yıllar birlikte yaşama iradelerini beyan etmişler ve bu doğrultuda uzlaşmışlardır. Elbette ki bu uzun yılların refah içinde, huzurlu ve mutlu yıllar olmasını temenni etmeleri doğaldır. Bu nedenle de toplumu oluşturan bireyler, kendi vücuda getirdikleri bu sözleşmeye aykırı hareket edenleri dışlayacak, cezalandıracaktır. Özet olarak denilebilir ki; güzel günlere duyulan özlem inancı zedelenen toplumlarda çözülmelerin olması kaçınılmazdır. 

Milli eğitimin sosyal boyuttaki gayesi, bahsettiğimiz bu inançları vurgulamak ve topluma doğru anlatabilmek olmalıdır. Milli eğitim kavramı içerisinde bireylere ‘ne yapmaları’ gerektiği anlatılırken ‘neden yapmaları’ gerektiği de anlatılmalıdır. Toplumsal bilinç ancak bu şekilde oluşturulabilir ve ancak bu şekilde sürekli kılınabilir. 

Son söz olarak denilebilir ki; milli eğitimin tarihsel, kültürel ve sosyal boyutu olarak adlandırdığımız bu üç ayağından biri noksan ya da yetersiz olursa milli eğitim olması gerektiği gibi bir milli eğitim olmaz. Peki, mevcut milli eğitim sistemimizde bu ayaklardan hangileri ne kadar sağlam? Cevabı siz değerli okuyuculara bırakıyorum.


                                                                                         K.O.A. 
                                                                                         Nisan 2014